”KENTLİ OLABİLMEK” Mimar Hakan Dülger yazdı.

''KENTLİ OLABİLMEK'' Mimar Hakan Dülger yazdı.

KENTLİ OLABİLMEK 2

Bir önceki yazımızda kentli olmak, olabilmek için “… gerekli mi?” ve benzeri sorular sormuş ve cevapları da ilerleyen yazılarımızda ele alacağımızı dile getirmiştik. İlk sorumuz “Kentli olmak için illa bir büyükşehirde mi oturmak gerekmektedir?...” şeklinde idi. Tabii ki kentli olmanın ön koşulu bir il merkezinde veya nüfusu iki bin hatta beş binden fazla olan yerleşim bir birimde yaşamaktır. Zira konumuz köylülük değil kentlilik.

Sonraki sorularımız ise genellikle ikamet edilen konut yapıları, iş hanları, yollar, yeşil alanlar, kullanılan araçlar, sanayi sahaları, ticari alanlar, eğitim yapıları, sağlık yapıları gibi binalar ile alakalı idi.

Bir kentte bulunan binalar, kat yükseklikleri, fonksiyonları, kentte bulunacağı mevkiler Şehir ve Bölge Planlama ilminin uzmanlık alanıdır. Şehrin imar planlarını hazırlayan komisyondaki şehir planlama uzmanları, nüfus, nüfusun sosyo ekonomik yapısı, diğer kentler ile bağlantı yolları, hakim rüzgar, hava akımları gibi pek çok veriyi kullanarak planlamayı yaparlar. Bütün bu verilere göre, kentin otogar, hava limanı, tren garı gibi ulaşım merkezleri, bu merkezlerden şehrin değişik noktalarına erişimi sağlayan toplu ulaşım ağı, tek katlı müstakil evlerden gökdelenlere varıncaya kadar değişik yükseklik, konfor şartlarında konutlar, kentin ticari bölgeleri, sanayi alanları, nüfusa göre eğitim tesisi, sağlık tesisi, ibadet tesisleri, sosyal donatılar, aktif ve pasif yeşil alanlar, otopark alanları gibi mekanların bulunacağı yerler ve yoğunlukları belirlenir. Tabii ki bu planlamada en önemli olan husus bütün bu çalışmalar yapılırken birilerine rant kazandırmak amaçlı değil bilimsel veriler ile yapılmasıdır.

Kentler ile köyleri birbirinden ayıran en önemli konulardan bir tanesi ise köylerin daha homojen, kentlerin ise daha hetorojen yapıda olmasıdır. Kentte yaşayan insanların ortak paydaları daha azdır. O kentin yerlileri ile beraber, yakın köy ve ilçelerden ve hatta diğer kentlerden ve ülkelerden gelen göçler ile beraber toplumdaki homojen yapı bozulur. Kentte yaşayan insanlar, farklı kültürlere sahip, farklı eğitim altyapısına sahip farklı sosyoekonomik yapılardan insanlardır. İlkokul dahil hiçbir eğitim kurumunun kapısının önünden geçmemiş insanlar olduğu gibi dünyanın en iyi üniversitelerinde yüksek lisans ve doktora eğitimi almış insanlar bir aradadır. Kamuda çalışan memurlar ile beraber, her hangi bir fabrikadaki vasıfsız bir işçi ile fabrikanın bağlı olduğu holdingin patronları aynı şehri paylaşır.

Kentte yaşamakta olan insanların içinde bir spor branşında lisanslı profesyonel sporcular olduğu gibi, holiganizm boyutunda taraftarlar, sporu sadece halı sahada arada bir top koşturmak olan görenler veya sporu tamamen gereksiz bir faaliyet olarak görenler de vardır. Müzik için de benzer bir karmaşıklık geçerlidir. Sadece Neşet Ertaş’ın bozlaklarını dinleyenler kadar Metallica gibi heavy metal gurupların hayranları da vardır. Bizzat kendisi bir enstrüman çalanlar olduğu gibi bu alanda hiçbir yeteneği olmayıp iyi bir dinleyici olanlar da vardır.

Evet şehirlerde değişik kültürel faaliyetlerden hoşlanan veya hayatı boyunca hiçbir kültürel aktiviteye katılmamış insanlar bir arada yaşamaktadır. Bazı insanlar ciddi bir sinema tutkunu iken, kimileri şehre gelen her tiyatro oyununu kaçırmadan takip eder. Kimileri mesleği ile alakalı fuarları takip eder, kimileri ise bilimsel sempozyum ve konferanslara katılmayı tercih eder.

İnsanların bir kısmı cami ve mescitlerde ibadetlerini yerine getirmek isterken, kiliseye gitmek isteyenler olacaktır ya da hiçbir dini inancı olmayan insanlar da olacaktır.

Bütün bu konuları düşündüğümüzde iki önemli konu karşımıza çıkmakta.

Birincisi, kentin yönetiminde söz sahibi olanların şehirlerinde yaşamakta olan insanların bu değişkenliğinin farkında olarak herkese amatörce de olsa ihtiyaçlarını karşılama noktasında imkan sunmasıdır ki burada partizanlıktan uzak durulmalıdır. Evet daha önceki yazımızda yazdığımız üzere mahalle aralarında bulunan parklarda değişik sportif, sanatsal ve kültürel faaliyetler için alanlar planlanmalıdır. Parklarda satranç masa ve takımları, amatörce oynanabilecek basketbol, futbol ve voleybol sahaları belki parkın içindeki küçük bir kapalı alanda masa tenisi masaları yerleştirilmelidir. Hatta paten ve kaykay ile kaymak için özel pistleri olan bir park planlanmalıdır. Türkülerin seslendirildiği mekanlar olduğu gibi rap müzik ve hip hop kültürünün içindeki gençler için de etraflarına rahatsızlık vermeden müziklerini dinleyip danslarını yapabilecekleri mekanlar planlanmalıdır. Ailesinin maddi imkansızlıkları dolayısıyla spor, kültür ve sanattan uzak kalan gençleri spor, kültür ve sanatla buluşturacak projeler hazırlanmalıdır.

Ancak asıl önemli olan husus ikincisi. O da kentte yaşayan insanların kent kültürüne sahip olabilmesi. Bu konuyu bizzat şahit olduğun bir olay ile anlatmak istiyorum. Yanlış hatırlamıyorsam sene 2000 veya 2001 idi. Zamanın Konya Büyükşehir Belediye Başkanı sayın Mustafa Özkafa’nın konuşmacı olarak katıldığı bir panele gitmiştim. Sunumların sonunda soru-cevap kısmına geçildiğinde Mustafa Bey’e: “Büyükşehir Belediye Başkanlığından önce uzun yıllar boyunca Karatay Belediye Başkanlığı yaptınız. Büyükşehirde yaptığınız çocuk parkı, yeşil alan gibi hizmetleri niye Karatay Belediye Başkanlığınız döneminde yapmadınız?” şeklinde bir soru soruldu. Sayın Özkafa’nın cevabı ibretlikti. “Çünkü o dönemde Karatay’da yaşayan insanlarımız bu hizmetlere alışık değildi ve hak etmiyorlardı. Orada da düşündük bu çalışmaları. Hatta bir mahallemizde güzel bir çocuk parkı yapmıştık. Yaklaşık iki hafta sonra yapmış olduğumuz parkın önünden geçerken, parkta hiçbir oyuncağın kalmadığını gördük. Hemen inip mahalleliye sorduk salıncaklara, kaydıraklara ve diğer oyuncaklara ne olduğunu. Mahallelinin biri oyuncağın birini alarak tavuklarına kümes yapmış, diğeri bahçesindeki soğanlar ile maydanozlar arasına çit yapmış derken bizim çocuk parkımızın oyuncakları mahallelinin bahçe işlerine malzeme olmuş.” Yine üniversite yıllarımızda derslerimize giren hocalarımızdan Tahir beyin bir sözü vardır ki unutamam: “Keşke bir apartman projesi çizdiğimizde bir imkan verilse de o apartmanda oturacak olanlara ‘apartmanda yaşama kültürü’ dersleri verebilsek”.

Buradan hareketle aslında diyebiliriz ki, kentli olmak saygı kültürüne sahip olmayı, minimum ortak değerlerde bir araya gelebilmeyi gerektirir. Trafikte yol her zaman sizin hakkınız değildir mesela. Yediden yetmişe herkes kurallara uymalıdır ve kimse kasaba uyanıklığı yaparak on beş saniye kazanma yoluna gitmemelidir. İkamet ettiğiniz apartmanın bahçesinin ve otoparkının ortak alan olduğunun bilincinde olarak kafanıza göre ekip dikememektir mesela. Arabada giderken veya yolda yürürken yediğiniz çikolatanın paketini veya içtiğiniz sigaranın izmaritini ‘nasıl olsa çöpçüler temizliyor’ diyerek yola atmamaktır mesela. Bindiğiniz bir toplu ulaşım aracında yer vermeniz gereken insanlara kalkıp yer vermek, bütün herkesin sizi dinleyeceği telefon görüşmelerinden uzak durmaktır mesela. Bu meselaları çoğaltmak mümkün ancak hepsinin özü o şehirde yaşamakta olan herkese, her canlıya saygılı olmaktır aslında.

Saygı kültürünün yerleştiği, insanların huzur içinde yaşadığı kentlerde yaşayabilmek ümidi ile…

Sağlıcakla…

Hakan DÜLGER 28.05.2022 / KONYA