Son günlerde A Milli Takım etrafında dönen tartışmalar, sahadaki oyunun da ötesine geçti. Gürcistan deplasmanında alınan 3-2’lik galibiyet ilk bakışta olumlu bir tablo çizse de oyunun detaylarına bakıldığında Türkiye’nin alarm veren zaafları açıkça hissedildi. 90 dakikanın belgin bir bölümünde, özellikle Barış Alper Yılmaz’ın kırmızı kart ile oyun dışı kalmasından sonra baskı yiyen, orta sahada bağlantıyı kuramayan ve panik anlarında dağınık bir görüntü sergileyen ay-yıldızlıların performansı aslında İspanya faciasının habercisi gibiydi.
Tarihe “stresli ama galip gelen bir ilk adım” olarak yazdık bu maçı. Milliler Tiflis’te oynanan maçın ilk dakikalarından itibaren maça tabiri caizse golle başlayarak izleyicinin ruhunu okşayan bir oyun sunmuştu. Ancak Barış Alper’in kırmızı kartıyla birlikte savrulmaya başladık; Kvara’nın sahaya yansıyan baskın oyunu bizi strese soktu. Buna rağmen, Kenan, Kerem ve Yunus’un tempolu koşuları, Uğurcan’ın kritik kurtarışlarıyla birleşince deplasmandan üç puanla dönmeyi başardık. Kazanmak güzel ama bu maçı kağıt kalemle planlanan bir sistemle kazanmak gerekirdi. Takım kenardan kazanma kudretine dair bir refleks geliştirse de uzun vadede oyun içi disiplinin eksikliği sahada cevap verdi.
Konya’da ise sahada resmen kayboluş sahnesiydik. İspanya’nın topyekûn hücumuna karşı bizler sahada Batman misali savunmasızdık. İspanya karşısında sahaya çıkan milliler, tarihin en ağır yenilgilerinden birine tanıklık etti. Deplasman ekibi maça sahadaki kontrolü ele geçirerek başladı; Pedri henüz 6.dakikada hesabı açtı, Merino’nun 22 ve 45+1’de bulduğu gollerle soyunma odasına üç farkla gittik. İspanya %68 topa sahip oldu; 22 şut çekilen maçta biz yalnızca dört isabetle kaleye gittik. 14’te 22 ikili mücadeleyi kaybettik, savunmamız sahipsiz kaldı. Tıpkı notaların melodiye dönüşememesi gibi bizler de sahada ritmi kuramadık.
Montella maç sonrası “Futbolcularımız duyguyu kontrol edemedi, bu yüzden performanslarının altında kaldılar. Bu maç bizi test etti, ama dünya kupası hedefimiz hâlâ geçerli” ifadelerini kullandı. Ancak bu savunma, oyunda zihinsel sorumluluk yerine sadece özür dilenmiş bir açıklama gibi duruyor. Rakip her yerde ikili mücadele kazanırken, ortada bizimkiler tarafından gösterilen hiçbir mücadele yokken “duygu” üzerinden mazeret üretmek bir sporsever olarak şahsen beni tatmin etmedi.
Bir teknik direktör ne kadar hoca olabilir? Montella’nın bu süreçteki tavrı, takım içi birlikten ziyade bireysel sorumlulukları öne taşıyordu. Bu yaklaşım zaman zaman rahatlatsa da büyük resme bakıldığında sahada hiçbir planı hayata geçirmedi. Çok net bir şekilde süreç bizlere aynı geçmişte olduğu gibi “hocanın gitmesiyle ne değişecek?” sorusunu sormaya itti. Çünkü bu işin asıl faturası yalnızca teknik direktöre değil; yönetime, altyapıya, kadro mühendisliğine kesilmeliydi.
Evet bu işin faturasının olması lazım. Çünkü kendi evimizde 6 gol yemek, teknik direktör açısından yeniden düşünmeyi gerektirir. Türkiye nasıl büyük maçlarda Türkiye gibi oynuyor ve kazanıyorsa kaybetmenin de arkasında anlatılacak güzel bir hikaye olmalıdır. Bizim için galibiyet de mağlubiyet de bir milletin yüreğiyle ölçülür; Türkiye gibi kazanmak şeref, Türkiye gibi kaybetmek ise vakardır. Ne yazık ki bu durumun tam tersi bir tablo ile beraberiz. Tıpkı Stefan Kuntz döneminde olduğu gibi Montella yönetiminin tutarsızlığı gözler önüne serilmekte. Kişiler gelip geçicidir elbette ama benzer bir senaryo eğer bir Türk teknik adamın başına gelseydi bu skorun ardından görevde kalabilir miydi sorusuyla yüzleşmek gerekiyor.
Uzun uzadıya pek çok şey değerlendirilebilir elbette bu mağlubiyet için. Bu milli ara özetle Montella’nın satır arası başarısızlığıdır. Ancak bu yalnızca Montella sorunu değildir; takımın sahada var oluşunu unuttuğu, oyunun rüzgârından savrulduğu bir sendromdur. Saha içi kadro dengesi, savunmanın dinamizmi, oyun planı ve pek çok şeyin yok sayılmasıdır.
Hamza TAŞ’ın Notu: Düşerken Hatırlamak, Kalkarken İnşa Etmek…
O gün sustum… Çünkü taze bir yenilginin ardından yazılan her kelime, öfkenin pençesinde sakatlanır. Bugün, biraz daha serin bir akılla ve yine kanayan bir yürekle yazıyorum: Bu milli ara, yalnızca iki maç değil; bir yol ayrımıydı.
Gürcistan karşısında kazandık, ama içimize sinmeyen bir telaş vardı. Sahadaki panik, galibiyetin ardına gölge düşürdü. Futbol, oyun anlamında yalnızca skordan ibaret değildir; oynanan oyun, geleceğin işaret fişeğidir. O gece gördük ki bizim temel taşlarımız hâlâ gevşek.
İspanya karşısında ise acı daha büyüktü. Kaybetmek değil; kaybolmak… Topa dokunamayan, rakibin gölgesinde kaybolan, varlığını hissettiremeyen bir milli takım izledik. Bir milletin futbolu, kalbinin aynasıdır. O gece bu aynada yalnızca kırık bir siluet gördük.
Biz düşmekten korkmayız. 2002’de Şenol Güneş’le vazgeçmemeyi öğrendik, 2008’de Fatih Terim’le mucizeye inandık. Çünkü bu milletin tarihi, düştüğü yerden doğrulma kudretiyle yazıldı. Bugün de mesele, düşmek değil; nasıl kalkacağımızdır.
Montella’nın çaresizliği yalnızca teknik bir iflas değil; bir kimlik buhranıdır. Yabancı hoca tartışması artık kuru bir polemik değil, sahadaki ruhun kaybının sonucudur. Futbol, sadece dizilişle değil, aidiyetle oynanır. Milli takım, milletin soyundan, sesinden, seciyesinden beslenir. Bu yüzden yerli hoca meselesi taktikten çok ruh meselesidir.
O gün tribündeki paylaşımımda şunları yazmıştım “Kimse grup ikinciliğine ve play-off’a hayır demez ama #BizimÇocuklar’ın Konya karnesini düşününce ‘Neden olmasın?’ sorusu hep diri kalıyor.” Evet, bu soru hâlâ diri. Çünkü biz, sahada kendimiz gibi olduğumuzda; korkmadan, hesap yapmadan, gönlümüzle oynadığımızda tarih yazıyoruz.
Milli ara bize bir kez daha gösterdi ki; yalnızca skora değil, ruha yatırım yapmalıyız. Futbol sadece bir oyun değil, bir milletin aynasıdır. Esas olan o aynada görmek istediğimiz şey; cesaretle atan kalplerin, inatla koşan adımların ve ayağa kalkmayı bilen bir Türkiye’nin suretidir.
Araştırmacı Gazeteci Yazar Hamza TAŞ
GÜNDEM
7 saat önceGÜNDEM
7 saat önceGÜNDEM
16 saat önceGÜNDEM
17 saat önceGÜNDEM
17 saat önceGÜNDEM
2 gün önceDOĞA HABERLERİ
2 gün önce