31 Mayıs 2022 Salı
''TOPLUMA SAYGILI OLMAK'' Abdurrahman Berkcan yazdı.
''MİLLETİN EFENDİSİ'' Av. Ahmet Tamer yazdı.
''Çiftçinin hali'' Veteriner Hekim Ali Köker yazdı.
''Gençler mutsuz!'' Ayşe BOYACI Yazdı.
''KUL HAKKI MI ? DEDİNİZ...'' Ayşe Yavuz Yazdı.
''Kripto Para Borsası Neden Çöküyor, Kripto Para Neden Düştü, Kripto Borsası Bilinmeyenler''
Ekonomi, mülteci, sert kutuplaşma, müzik yasakları, gençlerin yaklaşan üniversite sınavları, ailelerin özel kurslarla mücadeleleri, sonra üniversite eğitimleri, barınma sorunları (derslerle olan savaşlarından bahsetmiyorum bile), mezunların iş bulma sıkıntıları, çalışanların çok iş az para sorunu, binlerce insanın feryadına rağmen paramparça edilmeyen çalışılan Atatürk havalimanı, her gün kazançlarını daha da artırmalarına rağmen, daha çok daha çok arzuları ve tatminsizlikleri sonucu üzülen iş adamları, benim param var, bana ne diğerlerinden diyen vahşilerde düşünülürse, gündem hakikaten çok yoğun. İnsan bırakın hayvanları, ebeveynlerine bile zaman ayıramazken bu konu da nereden çıktı şimdi?
Aslında sokak hayvanları, yukarıda bahsedilenin konuların tamamen dışında, sükunet ve sadelik içinde kendi hayatlarını sürdürme mücadelesinin tamda göbeğindeler. Siyaset üstü canlılar yani. Malum kıştan henüz çıktık, soğuktan, açlıktan, insanların şiddetinden geriye kalan yada kalabilen hayvanlar nasıllar, ne yapmaktadırlar acaba? Malum geçen kış, akşamları -25 yada daha üstünü gören topraklardayız. İlkokulda bölgeler anlatılırken, Orta Anadolu için kışları soğuk ve yağışlı, yazları ise sıcak ve kurak olarak tanıtılırdı. Bu bölgede yaşıyorsan iklim bu, kabul etmek zorundasın yani. Akarsulara, binlerce insana ait lağımları bağlayarak, fabrikadaki atıklarını kazancının bir parçasını ayırarak arıtma yerine en yakın dereye yönlendirerek yok etmeye çalıştıysak da maalesef doğa galip gelip, bize haddimizi bildirdi. Nihayetinde, hiç kimse de arkadaş ben hem Ankara da yaşayacağım hem de kışları ılık ve yağışlı, Antalya gibi bir iklimde yaşayacağım demek gibi saçma bir düşüncenin içerisine giremedi. Öylece kabul etti. Neyse O! Ancak, gün içerisinden yuvasından en fazla 3-5 km uçan Ağaç serçesini, hayatını o mahalleye adayan kediyi, her gün çöplükte gördüğü mahallenin köpeği “benekli” yi bir kaç mahalle uzakta gördüğünde şaşırıp aaaa bizim mahallenin köpeği burada ne arıyor ki, diyen bir kaç iyi insandan başka kimsenin fark etmediği canlılar gerçekte kim aslında? Bilemiyorum ama asıl bu köyün, şehrin yerlileri o toprakların sahipleri bu serçeler, kediler, köpekler değil mi? TV’lerde bir furya var şimdi! X şehrinde sokak köpeği çocuğu parçaladı falan diye. Bu yaşıma geldim ve hayatımın önemli bir kısmını köyde geçirdim, daha bir kez bana köpek saldırmamıştır. Neden? Ben onlara istemedikleri hiç bir davranışı yapmadım çünkü. Genetik kodlarına saygı duydum. Alanından geçerken sükunet ilkesine uydum, evim o mahalle de olsa bile. Hiç taş atmadım, varlığından güven duydum, karşılığında ona güven ve sevgimi gönderdim. Bahçemizdeki erik ağacında oyuk açıp yuva yapan sığırcığı hiç rahatsız etmedim mesela. Yavrularını uçuruncaya kadar oraya hiç gitmedim. Sevmedim aslında, kötülük yapmadım sadece, varlığına saygı duydum. Yaşadığın bölgenin kışı yazı gibi, onları da değiştiremezsin. Anatomi, fizyoloji ve genotipi bu canların uzaklara, örneğin İrlandaya dil okuluna yada komşu ülkeye mülteci olmasına, hele hele eşini yavrusunu bırakıp kamyon kasalarında ülke ülke kaçmasına maalesef izin vermiyor.
Malum artık TV izlemek gazete okumak bayağı yoruyor bu ülkede insanı. Prime time’ın ilk haberlerinden biri, hayvan davranışını öğrenmek yerine , adeta kötülük tohumları ekercesine, sokak köpekleri vatandaşı ısırdı, çocuğu parçaladı, kedi tırmaladı yada ev temizlik takıntısı olan hanımefendinin balkonu serçe kuşu tarafından kirletildi gibi zırvalar. Öncelikle, o senin sokağına gelmedi, aksine sen onun toprağına gittin. Tam da yuvasının olduğu ağacı kestin, 10 katlı ev yaptın, el koydun vahşice. İşte kuşun kirlettiği balkon, o ağacın yeri. Çocuğunu büyütürken bak yemezsen köpek ısırır diyerek korkuttun. Küçücük kursağına bir şey doldurmak için sokak, sokak gezen çalı serçesini vur diye, şımarık oğluna sapan aldın. Almadıysan da çarşıda pazarda gezerken satanlara hiç tepki göstermedin. Sustun yani.. Bak, güzel kardeşim köpek senin mahallende yaşamıyor, sen ordasın, ANLA BUNU. Düz olmak çok kötü. Ondan daha da kötüsü sevgisiz, acımasız ve kindar olmak. Milyonlarca sağlıklı genç erkeği, kadını ve sayısız çocuklarıyla caddelerimizde mutlu ve pervasızca gezen din kardeşlerimizin terk ettikleri sokaklarda şimdi kim var biliyor musun? Evet, asla ve asla Vatanını terk etmeyen mahallenin köpekleri, kedileri ve kuşları… Onlar hala oradalar. Vatan sevgisi bu canlarda tahminimizden öte, insandan daha mı fazla acaba?
Sabahın 7 sinde çocuğu evinden alıp akşamın bilmem kaçına kadar okulda tutuyorsun. Tonlarca para verip özel okullar kurup, çocukları bulutlarda uçuruyorsun. Öğretmene kaç para verdiğin beni ilgilendirmiyor! VIP kurslara gönderiyorsun, kendin yemeyip sözüm ona “çocuğun eğitimine” para harcıyorsun. Okullarda Matematik, Fizik, Kimya, Yabancı dil, vb. kağıt üstünde ezberlettiriyorsun. (Bu arada buna eğitim değil, öğretim denir). Bir tek hayvanlarla iletişimi öğretmiyorsun. Haaaa öğretenlerin kendileri de biliyor mu oda başka konu. Anti parantez, gerçekten okullarda bahsedilen dersler ne durum da acaba? Üniversite sınavını kazanacak kadar mı yoksa daha mı iyiler bilemedim…
Geçen mahallenin kedisi “börek” bana büyük üstat Aşık Veysel’in şiirini okudu, dedi ki:
“Beni hor görme kardeşim,
Sen altınsın ben tunç muyum?
Aynı vardan var olmuşuz
Sen gümüşsün ben sac mıyım?” çok etkilendim. Hadi iyi günler…….
Prof. Dr. İskender Yıldırım
S.Ü. Ziraat Fakültesi
e-mail: iyildirim485@gmail.com
İnsanoğlunun belki de organize olarak hiç değişmeden ve sürekli olarak uğraştığı alanların başında tarım
gelmektedir. Tarım; bitkisel ve hayvansal üretimin tümüne denir. Tarihi ören yerlerine yapılan ziyaretlerde
duvar rölyeflerinde bir sabana yada hayvana rastlamamak hemen hemen mümkün değildir. Yemeden
içmeden yaşamak maalesef mümkün değil. İşin daha ilginci tüm canlılar aynı durumda. Kilometrelerce uçan bir arının amacı, insanoğlunun dengeli beslenmesi değil, aksine kendi neslinin devamı için ihtiyaç duyulan gıdayı temin etmektir. Benzer şekilde hiç bir inek buzağısını insanların hayvansal protein yada yağ açığını kapatmak amacıyla doğurmamaktadır. Tüm canlılarda denge; kendi ihtiyaçlarını ve türünün devamını sağlamak üzerine kurulmuştur. İnsanda böyledir aslında. Kendi ihtiyaçlarını karşılamak için çalışır, çabalar gecesini gündüzüne katar. Bunu yaparken isteyerek yada istemeyerek toplum için çalışır.
Örneğin Niğdeli bir çiftçi dönümlerce arazide ektiği patatesi evdeki sofrasına götürmezken, Konyalı üretici buğdayı ailesinin un ihtiyacı yada Aydınlı bir üretici 100 adet et sığırını kendi evinin et ihtiyacını karşılamak amacıyla yapmaz.
Amaç ayakta kalmaktır, ama nihayetinde kontrolü dışındaki hedefi ise insanı da bilerek yada bilmeyerek yaşatmaktır. İstanbul’da akşama kadar sanayi tesisinde çalışan bir işçi yada dersi bittikten sonra evine dönen bir öğretmen, evin siparişleri olan ekmek, tavuk, sebze vb. markete gider ve alır.
Ne gariptir ki her gittiğinde de raflarda gıdaya ait ne arıyorsa bulur. İyi de, bu ürünler nereden ve nasıl geliyor? İnsanlara markette yada kasapta her seferinde öyle yada böyle mutlak olarak et yada sebzeyi bulacağı yönündeki mutlak öz güven de nereden gelmektedir?
Yani olmazsa olmaz mıdır?
Hani birisi, hey tüketiciler “size kötü haber, gıda yokluğunu yada ulaşılmazlığını yavaş yavaş hazmedin, zor yıllara giriyoruz” dese bu kötü bir şaka mıdır?
Kıtlık bir yazarın da dediği gibi sadece bir ürünün olmamasını değil, ekonomik olarak alınamamasını da içerir.
Tam da oralarda yada yakınındayız.
Uzun zamandır, öyle bir algı operasyonu yapıldı ki, ülkede Dünyanın aksine köylülük itibar görmedi, söylemesi beni rahatsız ediyor ama, nasırlı eller, hafiften ahır kokan elbiseler, gübre yığılı hayatlar (bahçe), ortada gezen tavuklar, yada elleriyle koyunları sağan kadınlar biraz rahatsız etti şehirlileri.
Pırıl pırıl elbiseler, lüks arabalar, ithal da olsa en kıyı mahallede bile her şeyin paketlenmiş olarak varlığı çok çekici bir durumdu.
İşin ilginç tarafı zaman için de köylüde bu düşünceyi kanıksar oldu, kızlarını şehirlerde yaşayan aylıkçı (maaşlı) gençlere verirken oğullarını da şehirde tamirciye, kapıcılığa, berber çıraklığına yada tornacıya vererek aklınca onları kurtardılar!
Anadolu’nun en ücra köşelerinde marketler açıldı. Buralarda yaşayan kitlelerde artık bir üst seviye geçip, köylülükten kurtuldular. Öyle ya zaten yaşadıkları uzaklarda, köylükten çıkarılıp mahalle yapıldı.
Anadolu’nun en ücra köyünde bile, artık yumurtalarını, sütlerini, yoğurtlarını marketten alarak ellerinde poşetlerle gezerek giden sözüm ona asiller türedi!
Bu arada da Ülkede Hayvancılık büyük işletmeler şeklinde yayılmaya başladı. Daha, daha büyük derken doğal olarak üretici yavaş yavaş bir transformasyona uğradı ve yatırımcı adını aldı. Çiftliklerin şekli değişti, hayvan ırkları yüksek verimli ithal ırklara döndü.
Örneğin, ayak yapısı gereği uzun yürüyüşe uygun, ağız yapısı gereği bodur otları yiyebilen ve hastalıklara dayanıklı yerli kara sığırlarının yerini yabancı orijinli siyah alaca yada simmental ırkları almaya başladı. Taaa Peru’dan, Avustralya’dan gemilerle sığırlar getirildi.
Bir anda bu işten zenginleyen iş adamları türedi.
Arabaları ve evleri değiştirildi . Yerli tohumlarımız düşük verim nedeniyle yurt dışından ithal edilen yüksek verimli varyetelerle değişti. Yine toprak verimliliğini artırmak amacıyla inorganik gübrelere rağbet arttı. İşin gerçeğinde de ithal tohum tartışmasız daha fazla verim vermekteydi (Kimse nedenini sorgulamadı). Pazarda, markette bunların ürünlerinin satışı çok kolaydı.
Tüketiciler, mis gibi kokan domateslere, pırıl pırıl parlayan elmalara, portakallara dayanamıyordu.
Para önemli değil var ve alıyorum, sen yeter ki kaliteden haber ver diyen bir ton adam türedi.
Tabi bu arada her şeye rağmen küçük arazisinde buğday, küçük bahçesinde elma üreten çiftçi eridi ve yok oldu. Büyük traktörler karşısında teslim oldu. Ürününü pazara götüremedi. Üretti satamadı.
Adeta sadece işçilik maliyeti, satış gelirinin önüne geçti. Ürün dallarında çürüdü. Daha geçen hafta limonunu 50 krş’a satamayan narenciye üreticisi bahçelerine, limonları gübre niyetine atıyorlardı.
Çalışmaktan yürümekte bile zorlanan çiftçi, haldeki “mağrur” iş adamı komisyoncuya varıp 10 – 15 kasa elmasını yada kirazını satacak ne cesareti, gücü, parası belki de pazarlamayla ilgili hiç bir gücü yoktu. Komisyoncu kamyonlarla kapısında bekleyen albenisi çok yüksek meyve sebzeyi tercih edecekti tabi ki. Öyle de oldu.
Şimdi, domatesin 25-30, etin 140-150 biberin 50-80 TL bandında olduğu pazarda, kasapta bağırıyorsun.
Rusya’dan gemilerle Ayçiçek yağı gelince rahatlıyorsun.
Mercimeği Meksika’dan alıp, Nohutu Kanada’dan ,eti Uruguay dan,Brezilyadan getiriyorsun. Hatta o koca “köylü Avrupalılardan” Almanya’dan, Fransa’dan, Çek Cumhuriyetinden koyun, sığır alıyorsun. Aferin sana ne zor işleri başardın böyle?
Hadi şapkanı önüne koyda bir düşün bakalım, “ben nerde yanlış yaptım?”
Prof. Dr. İskender YILDIRIM
Selçuk Üniversitesi Ziraat Fakültesi