İnsanoğlunun belki de organize olarak hiç değişmeden ve sürekli olarak uğraştığı alanların başında tarım
gelmektedir. Tarım; bitkisel ve hayvansal üretimin tümüne denir. Tarihi ören yerlerine yapılan ziyaretlerde
duvar rölyeflerinde bir sabana yada hayvana rastlamamak hemen hemen mümkün değildir. Yemeden
içmeden yaşamak maalesef mümkün değil. İşin daha ilginci tüm canlılar aynı durumda. Kilometrelerce uçan bir arının amacı, insanoğlunun dengeli beslenmesi değil, aksine kendi neslinin devamı için ihtiyaç duyulan gıdayı temin etmektir. Benzer şekilde hiç bir inek buzağısını insanların hayvansal protein yada yağ açığını kapatmak amacıyla doğurmamaktadır. Tüm canlılarda denge; kendi ihtiyaçlarını ve türünün devamını sağlamak üzerine kurulmuştur. İnsanda böyledir aslında. Kendi ihtiyaçlarını karşılamak için çalışır, çabalar gecesini gündüzüne katar. Bunu yaparken isteyerek yada istemeyerek toplum için çalışır.
Örneğin Niğdeli bir çiftçi dönümlerce arazide ektiği patatesi evdeki sofrasına götürmezken, Konyalı üretici buğdayı ailesinin un ihtiyacı yada Aydınlı bir üretici 100 adet et sığırını kendi evinin et ihtiyacını karşılamak amacıyla yapmaz.
Amaç ayakta kalmaktır, ama nihayetinde kontrolü dışındaki hedefi ise insanı da bilerek yada bilmeyerek yaşatmaktır. İstanbul’da akşama kadar sanayi tesisinde çalışan bir işçi yada dersi bittikten sonra evine dönen bir öğretmen, evin siparişleri olan ekmek, tavuk, sebze vb. markete gider ve alır.
Ne gariptir ki her gittiğinde de raflarda gıdaya ait ne arıyorsa bulur. İyi de, bu ürünler nereden ve nasıl geliyor? İnsanlara markette yada kasapta her seferinde öyle yada böyle mutlak olarak et yada sebzeyi bulacağı yönündeki mutlak öz güven de nereden gelmektedir?
Yani olmazsa olmaz mıdır?
Hani birisi, hey tüketiciler “size kötü haber, gıda yokluğunu yada ulaşılmazlığını yavaş yavaş hazmedin, zor yıllara giriyoruz” dese bu kötü bir şaka mıdır?
Kıtlık bir yazarın da dediği gibi sadece bir ürünün olmamasını değil, ekonomik olarak alınamamasını da içerir.
Tam da oralarda yada yakınındayız.
Uzun zamandır, öyle bir algı operasyonu yapıldı ki, ülkede Dünyanın aksine köylülük itibar görmedi, söylemesi beni rahatsız ediyor ama, nasırlı eller, hafiften ahır kokan elbiseler, gübre yığılı hayatlar (bahçe), ortada gezen tavuklar, yada elleriyle koyunları sağan kadınlar biraz rahatsız etti şehirlileri.
Pırıl pırıl elbiseler, lüks arabalar, ithal da olsa en kıyı mahallede bile her şeyin paketlenmiş olarak varlığı çok çekici bir durumdu.
İşin ilginç tarafı zaman için de köylüde bu düşünceyi kanıksar oldu, kızlarını şehirlerde yaşayan aylıkçı (maaşlı) gençlere verirken oğullarını da şehirde tamirciye, kapıcılığa, berber çıraklığına yada tornacıya vererek aklınca onları kurtardılar!
Anadolu’nun en ücra köşelerinde marketler açıldı. Buralarda yaşayan kitlelerde artık bir üst seviye geçip, köylülükten kurtuldular. Öyle ya zaten yaşadıkları uzaklarda, köylükten çıkarılıp mahalle yapıldı.
Anadolu’nun en ücra köyünde bile, artık yumurtalarını, sütlerini, yoğurtlarını marketten alarak ellerinde poşetlerle gezerek giden sözüm ona asiller türedi!
Bu arada da Ülkede Hayvancılık büyük işletmeler şeklinde yayılmaya başladı. Daha, daha büyük derken doğal olarak üretici yavaş yavaş bir transformasyona uğradı ve yatırımcı adını aldı. Çiftliklerin şekli değişti, hayvan ırkları yüksek verimli ithal ırklara döndü.
Örneğin, ayak yapısı gereği uzun yürüyüşe uygun, ağız yapısı gereği bodur otları yiyebilen ve hastalıklara dayanıklı yerli kara sığırlarının yerini yabancı orijinli siyah alaca yada simmental ırkları almaya başladı. Taaa Peru’dan, Avustralya’dan gemilerle sığırlar getirildi.
Bir anda bu işten zenginleyen iş adamları türedi.
Arabaları ve evleri değiştirildi . Yerli tohumlarımız düşük verim nedeniyle yurt dışından ithal edilen yüksek verimli varyetelerle değişti. Yine toprak verimliliğini artırmak amacıyla inorganik gübrelere rağbet arttı. İşin gerçeğinde de ithal tohum tartışmasız daha fazla verim vermekteydi (Kimse nedenini sorgulamadı). Pazarda, markette bunların ürünlerinin satışı çok kolaydı.
Tüketiciler, mis gibi kokan domateslere, pırıl pırıl parlayan elmalara, portakallara dayanamıyordu.
Para önemli değil var ve alıyorum, sen yeter ki kaliteden haber ver diyen bir ton adam türedi.
Tabi bu arada her şeye rağmen küçük arazisinde buğday, küçük bahçesinde elma üreten çiftçi eridi ve yok oldu. Büyük traktörler karşısında teslim oldu. Ürününü pazara götüremedi. Üretti satamadı.
Adeta sadece işçilik maliyeti, satış gelirinin önüne geçti. Ürün dallarında çürüdü. Daha geçen hafta limonunu 50 krş’a satamayan narenciye üreticisi bahçelerine, limonları gübre niyetine atıyorlardı.
Çalışmaktan yürümekte bile zorlanan çiftçi, haldeki “mağrur” iş adamı komisyoncuya varıp 10 – 15 kasa elmasını yada kirazını satacak ne cesareti, gücü, parası belki de pazarlamayla ilgili hiç bir gücü yoktu. Komisyoncu kamyonlarla kapısında bekleyen albenisi çok yüksek meyve sebzeyi tercih edecekti tabi ki. Öyle de oldu.
Şimdi, domatesin 25-30, etin 140-150 biberin 50-80 TL bandında olduğu pazarda, kasapta bağırıyorsun.
Rusya’dan gemilerle Ayçiçek yağı gelince rahatlıyorsun.
Mercimeği Meksika’dan alıp, Nohutu Kanada’dan ,eti Uruguay dan,Brezilyadan getiriyorsun. Hatta o koca “köylü Avrupalılardan” Almanya’dan, Fransa’dan, Çek Cumhuriyetinden koyun, sığır alıyorsun. Aferin sana ne zor işleri başardın böyle?
Hadi şapkanı önüne koyda bir düşün bakalım, “ben nerde yanlış yaptım?”
Prof. Dr. İskender YILDIRIM
Selçuk Üniversitesi Ziraat Fakültesi
GÜNDEM
5 saat önceGÜNDEM
5 saat önceGÜNDEM
24 saat önceGÜNDEM
1 gün önceGÜNDEM
2 gün önceGÜNDEM
3 gün önceGÜNDEM
3 gün önce