26 Ekim 2023 Perşembe
''TOPLUMA SAYGILI OLMAK'' Abdurrahman Berkcan yazdı.
''MİLLETİN EFENDİSİ'' Av. Ahmet Tamer yazdı.
''Çiftçinin hali'' Veteriner Hekim Ali Köker yazdı.
''Gençler mutsuz!'' Ayşe BOYACI Yazdı.
''KUL HAKKI MI ? DEDİNİZ...'' Ayşe Yavuz Yazdı.
''Kripto Para Borsası Neden Çöküyor, Kripto Para Neden Düştü, Kripto Borsası Bilinmeyenler''
ÖZEL HASTANELER Mİ DEVLET HASTANELERİ Mİ?
Geçen aylarda bir videoda kadının biri, “Eskiden biz doktorlardan azar işitirdik, şimdi doktorları döver hale geldik.” diye pervasız ve cahilce bir övünç gösterisi yapıyordu.
Öncesinde de Cumhurbaşkanımız, “Doktorlarımız yurt dışına gidiyormuş, giderlerse gitsinler” demişti.
Oysa ülkemizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, “Beni Türk Hekimlerine Emanet Ediniz.” diyordu.
Geçen hafta akşam saatlerinde çok yaşlı olan annem aniden rahatsızlandı.
Hemen en yakınımızda bulunan özel bir hastaneye götürdük.
Daha doktor muayenesine başlamadan hemen kayıt yaptırmamız istendi, hastamızı acil girişinde beklemeye bırakıp kayıt için sekreteryaya gittim. SSK’lı olduğu halde (sosyal bir devlet olduğu iddiasında olan ülkemde) öncelikle 300 lira ücret isteğinden sonra, “Ayrıca serum takılması istenirse 400 lira daha ödersiniz.” diye uyarı yapıldı.
Ödeme ve kayıt sonrası hastamızı doktorun önüne ulaştırdık. Doktor ne şikayeti olduğunu sordu ve sadece bir sırt dinlemesinden sonra hastaya serum takılmasını ve kan alınmasını istedi, elbette hemen ardından ödeme yapmamız için kayıt yerine gitmemiz gerektiğini söylemeyi de ihmal etmedi.
Yaklaşık bir saat sonra kan sonuçları gelene kadar da doktoru görmedik. Kan sonuçları geldikten sonra yanına gittiğimizde doktor; hastanız mutlaka yatarak tedavi edilmeli ama burası sizin için (sağ olsun) epey pahalıya mal olur, o nedenle devlet hastanesine gitmemizin bizim için daha iyi olacağını söyledi ve biz de kabul ettik.
Hastamızı zaman kaybetmeden Beyhekim Araştırma Hastanesi aciline getirdik.
Tahminimizin aksine, hemen bir görevli sedye getirdi ve hastamızı sedyeye taşımamıza yardımcı oldu. Şans eseri acil serviste fazla bir hasta yoktu.
Acil serviste benim anlayabildiğim kadarıyla iki pırıl pırıl genç doktor vardı ve hemen benden ön bilgileri alarak hastamızla yakından ilgilenmeye başladılar ve detaylı bir muayene sonrası bazı ek testler istediler. Doktorlar dışında o anda görevli diğer sağlık görevlileri de oldukça sevecen tavırlarla hastamıza yardımcı olmaya çalışıyorlardı.
İstenen test sonuçları çıktıktan sonra durumu değerlendiren doktorlar durumun ciddi olduğunu ve bir de dahiliye uzmanı görüşü almak için dahiliye uzmanının görmesi gerektiğini söylediler. Fazla bir bekleme olmadan dahiliye uzmanı geldi ve o da detaylı bir inceleme sonunda ortada cerrahi bir müdahale gerekliliği kararına varınca genel cerrahi uzmanı çağırıldı ve yine fazla beklemeden genel cerrah geldi, hastamızın yine detaylı bir kontrolden sonra hemen ameliyata alınması gerektiğini belirtti ve onayımızdan sonra annem gece 04.30 sıralarında ameliyata alındı.
Annemin operasyonu 05.30 gibi bitti ve bir gün süren yoğun bakım sürecinden sonra servise alındı.
Annemin servise alınmasıyla birlikte, serviste görevli hemşireler, hasta bakıcıların özveriyle çalıştıklarına tanık oldum. Gece ve gündüz onca koşuşturma arasında yüzlerinde hep bir gülümseme, sevecen tavırlar sanki hasta kendi yakınlarıymış gibi ilgi gördüm.
Birebir yaşadığım bu durum 20 yıldır özelleştirme çabalarının ülkemizi ne hale getirdiğini daha iyi görmeme neden oldu.
Özelleştirmeler sonucu, devlet elinde bulunan kurumlar özellikle hantallaştırıldı, güncel teknolojiyle geçmesi engellendi. Gereğinden fazla personelle arpalığa dönüştürüldü. Üzerine de daha fazla istihdam, daha fazla üretim ve daha ucuz maliyet sağlanacağı gerekçeleriyle özelleştirme makyajlandı. Böylece vatandaşın kurumlara olan güveni azaltılarak yok pahasına satılması sağlandı.
Bu güzel gerekçelerle allanıp pullanan özelleştirmeler beklenenin tam tersi bir sonuçla; daha fazla işsizlik, daha pahalı hizmet ve mal almamıza yol açtı. Üstelik de birçok fabrika üretim ve istihdam artışı sağlayacak denmesinin aksine tamamen kapatıldı.
Bu arada hastanelerimiz de bu furyadan etkilendi, özel hastaneler yurdun her yanında mantar gibi artmaya başladı. Hasta garantili şehir hastaneleri de yeni tip bir özelleştirme yöntemi oldu. Sırf bu şehir hastaneleri işlesin diye birçok ilimizde devlet hastaneleri kapatıldı.
Hasta yerine müşteri gözüyle bakan özel hastanelerin tedavisine ulaşmak oldukça pahalı olduğundan devlet hastanelerinin yükü arttıkça artıyor ve bir de doktorların daha iyi koşullarda çalışma ve yaşama isteği nedeniyle doktorların yurt dışını tercih etmeleri sonucu yükleri daha da ağırlaşan devlet hastaneleri doktor ve çalışanları yine de özverili bir şekilde bizlere hizmet etmeye devam ediyorlar.
Tüm bunlara yaşayıp tanık oldum. Hepsini saygıyla selamlıyorum.
Hoşça kalın.
Emekli olunca zaman geçirmek kolay değil. Gelişmiş ülke emeklileri gibi başka il ve ülke gezme gibi etkinliklerimiz yok. Yapabildiğimiz en uygun etkinlik, evimize yakın bir çay ocağı bulup orada zaman geçirmek.
Geçenlerde yine çay ocağında dostlarla sohbet ederken, yan masaya iki kişi oturdu, birbirlerine karşı davranışlarından uzun zamandır arkadaş oldukları belli oluyordu. Belli ki çay ocağına gelmeden önce aynı konu üzerinde derin bir tartışma içindelermiş. Önce biri çaycıya iki çay işareti yaptıktan sonra; “Siz çok inkarcısınız, ne çabuk unuttunuz sabahın köründe hastanede kuyruğa girip muayene olduğunuzu, hatta hastane eczanesinde yine sıraya girip ilaç beklediğini?”
Karşısındaki arkadaşı hemen savunmaya geçip, “Kardeşim, o yıllarla bu günleri karşılaştırmak doğru mu, tüm dünyada olduğu gibi, teknoloji gelişti evet artık hastanelerde sıra beklemiyoruz ama o sıranın günler hatta aylar sürenini artık evde bekliyoruz. Çünkü randevu alamıyoruz.
Eski dönemde evet kuyruk bekliyorduk ama hem muayenemizi oluyorduk, hem de ilacımızı alıyorduk. Hatta bir kuruş para ödemeden.
Bu sohbete kulak misafiri olurken benzer şeyleri yıllardır yaşadığımız aklıma geldi.
Sonra düşündüm, gerçekten eskinin tüm bu olumsuzluklarından CHP mi sorumluydu?
Türkiye’de 1946 yılında çok partili siyasi hayata geçildi. İktidarda tek parti CHP vardı. Parti Genel Başkanı ve Reis-i Cumhur (Cumhurbaşkanı) İSMET İNÖNÜ idi.
Başbakan olarak Refik SAYDAM ve vefatı sonrası ŞÜKRÜ SARAÇOĞLU hükumetin başında idi.
İsmet İnönü de DEMOKRASİNİN mutlaka ÇOK PARTİLİ olması gerektiğine inanan bir siyasi liderdi. ATATÜRKÜN 1938 yılında vefatından sonra 1938-1950 arası Türkiye’yi o yönetti.
Yukarıdaki satırlar duygu ve düşüncelerine çok değer verdiğim (affına sığınarak) AV. Ahmet ERGUN beyin İsmet İnönü ile çok partili hayata geçişimizi ve sonrasında Menderes hükümetinin ülkeye verdiği zararları anlatan uzun analizini içeren Facebook paylaşımından alınmıştır.
O dönemi anlatan yazıyı okurken, yıllardır sağ iktidarların kendi başarısızlıklarında Cumhuriyet Halk Partisi’ni suçlamaları aklıma geldi.
Yıllardır ülkeyi yöneten AKP hükumetinin ekonomik politikaları nedeniyle fakirleşen ülke insanının büyük çoğunluğu her koşulda AKP hükümetini savunmaya devam ediyor.
Yapılan her zam eleştirisine “Ama siz CHP zamanında ekmeği karneyle aldığımız günleri unuttunuz. Yağ, şeker benzin kuyruklarını unuttunuz” diye yıllar öncesini gündeme getiriyor.
Hastane ve ilaç ücretlerinin artması eleştirildiğinde “Ne çabuk unutunuz CHP zamanındaki hastane kuyruklarını, ilaç kuyruklarını?” diyorlar
AKP zamanında üretim yok, olan kaynaklar yola, köprüye, betona gömülüyor deyince, “CHP zamanında 10 saatte gittiğiniz yolu şimdi 3 saatte gidiyorsunuz, eskiden kerpiç evde otururken şimdi bu iktidar sayesinde lüks dairelerde oturuyorsunuz” diye karşılık veriyorlar.
Suçlamalar o aşamaya geliyor ki, Adnan Menderes ve üç bakanının asılmasından CHP ve o dönem CHP Genel başkanı İsmet İnönü’yü suçladıkları halde, idamlardan İhtilali yapan askerlerin (İnönü’nün idamı engelleme çabalarına rağmen) sorumlu olduğunu bilmezden geliyorlardı.
Ama acı olan, tüm bu CHP suçlamalarına CHP yönetimi başta olmak üzere tüm CHP’liler de savunmaya geçip o sıkıntılı günlerin koşullarını açıklamaya çaba harcıyor, iç ve dış etkenleri sıralıyor.
Örneğin 1974 yılından sonra yaşanan akaryakıt ve temel gıda yoklukları sonucu yaşanan kuyrukların, Kıbrıs Barış Harekatı sonrası Türkiye’ye uygulanan ambargo nedeniyle olduğunu anlata anlata savunmaları. Ki o zamanda iktidarda Ecevit ve Erbakan bulunmaktaydı.
Hastane kuyrukları için de dönemin ekonomik ve teknolojik yetersizlik nedeniyle olduğunu, şimdi sözde biten kuyruklar için de değişen tek şeyin teknolojinin gelişmesi nedeniyle hastane sırasının hastanede değil, evde olduğunu anlatmaya çalışıyorlar.
Bu savunma yıllardır aynı şekilde sürüyor.
Oysa CHP tarihinde yıllardır kötülenecek, savunulacak bir şeyi yoktu.
Hele hele helallik isteyecek bir hatası da yoktu. Tek yapması gereken şey bu suçluluk psikolojisinden kurtulması.
Kısa bir araştırma yapmak CHP’nin yıllardır savunmada kalmasını gerektirecek bir suçunun olmadığını ortaya kayacaktır.
CHP 1961 yılından bu yana, toplam 5214 gün iktidar olmuş, bugünlerin de sadece 1129 gününde tek başına iktidar olmuş bir parti.
CHP bu ülkeye zarardan çok yarar sağlamıştır.
Unutmayalım ki, CHP bugün iktidarın 20 yılda sata sata bitiremediği fabrikaları ve KİT’leri yapmıştır. Tüm dünyayı perişan eden 2. Dünya savaşına tüm baskılara direnerek (ekmek karnelerini bile göze alarak) girmeyen CHP ve Cumhurbaşkanı İnönü idi.
Yani ülkenin bu kötü günleri yaşamasında 70 yılda toplam 5214 gün iktidar olanlar sorumlu olamaz.
Hoşça kalın.
Aylardır bende bir tuhaflık var.
Emekli maaşım bankaya yatıyor, hemen harcama listemi hazırlıyorum.
Ödemeleri yapıyorum, aa bir de bakıyorum elde bir şey kalmamış!
Sonra oturup Diyanet İşleri yetkilileri (ve bilumum din alimlerinin) bize anlattığı gibi.
Peygamberimizin “Bir lokma bir hırka” yaşayıp haline şükrettiği yaşamı aklıma geliyor.
Ben de hemen halime şükrediyorum.
Bu şükür de yetmiyor, Avrupa ülkelerinde yaşayan insanların yaşadıkları sıkıntılar aklıma geliyor.
Yazık o insanlar boş market rafları karşısında aç biilaç ne acılar yaşıyor, düşündükçe şükrüm bir kat daha artıyor.
Ben o insanların acısı ile düşünceye dalmışken ezan sesiyle kendime geliyorum, o sırada karşı okulda dalgalanan bayrağımızı görüyorum.
İçimi bir huzur kaplıyor, evet maaşım yetmiyor, eti bayramda bile göremiyoruz, tavuk etini bile artık hayalimizde görsek de, dalgalan bayrağımız ve duyduğum ezan sesi tüm üzüntümü alıyor.
Tamam (biraz) sıkıntı yaşasak da sonuçta bekamız için katlanmalıydık.
Tüm bu olumsuzluklara karşın beka sorunumuzu önlemek için verdiğim katkı nedeniyle huzurla televizyonu açıyorum.
Haberlerde yine akaryakıta gece yarısı (bilmem kaçıncı kez) zam geleceği haberleri geçiyor.
Zam haberi sonrası bir röportajda vatandaşın biri çok kızgın bir şekilde gelen zamlara dayanacak gücünün kalmadığını haykırıyor. Tam bu hadsize “Ülkesinin beka sorunu varken böyle isyan eden hainler varken işimiz zor.” diye kızmaya hazırlanırken aynı vatandaş; “Olsun, bizden daha beter olan Avrupa ülkeleri var, ayrıca yılların birikimi bu, dış güçlerin etkisi, yine bizi kurtarırsa Erdoğan kurtarır.” deyince kızgınlığım geçiyor.
Tekrar içim rahat ve bir kez daha halimize şükredip biraz hava alayım diye dışarıya çıkıyorum.
Yolum üzerinde petrol var, gözüm petrol tabelasına takılıyor, daha seçim öncesi 19 lira olan benzin, mazot 40 liraya dayanmış.
O sırada iki kişi sohbet ederek yürüyor, sohbet konusu dövizin geldiği nokta, nasıl oluyor da seçim öncesi 20 liralarda olan Dolar bugün 27 lira düzeyine yükseliyor? Ah dış güçler ah…
O sırada telefonum çalıyor, arayan eşim; akşama salata malzemesi almamı istiyor.
Markete giriyorum, direkt olarak salata malzemelerinin reyonuna gidiyorum, et, tavuk ve balık reyonlarının yanına bile yaklaşmaya hatta görmeye bile cesaretim yok.
Yaz bitmek üzer, meyve sebze reyonu bile ateş pahası, domates 25 lira, biber o aralarda, önceki senelerde 2 3 liralara kadar düşen salatalık bugün 15 20 liralarda. Patates ve soğanı hiç yazmaya gerek yok.
Biraz salata malzemesi aldıktan sonra, kredi kartındaki limiti yeterince azaltmış olmanın verdiği hafiflikle marketten çıkıyorum. Elbette halime sonsuz şükrettikten sonra ilk emekli olduğumda elime geçen ikramiye ile aldığım ev aklıma geliyor bir kez daha şükrediyorum, şimdi olsa, o ikramiye ile aynı evin tuvaletini bile alamazdım. Hatta ev almayı geç, kiralık bir ev bile hayal olurdu.
Yavaş yavaş eve giderken bir arkadaşla karşılaştım, merhabadan sonra bana;
-Ne bu dalgınlık pek düşünceli gördüm seni? Senin de mi psikolojin bozuk, diyor.
-Yok, ülkenin hali biraz canımı sıkıyor.
-Yanılıyorsun, ülkemizin halinde bir şey yok, tüm bu hayat pahalılığı falan psikolojikmiş. Reis az önce açıkladı.
Daha bu sözleri duyar duymaz içim bir ferahladı anlatamam. Demek ki tüm bu yaşadıklarımız ondanmış, ben de amma art niyetliyim, kendi psikolojimden haberim yok, hayat pahalı diye boşu boşuna dövünüyorum.
Siz de hiç tasa etmeyin, Allah reisimizi başımızdan eksik etmesin. Daha yeni iktidara geldi, kısa zamanda tüm bu sorunlardan bizi çekip çıkarır.
Hoşça kalın.
ENFLASYON VE HAYAT PAHALILIĞI
1924 (%10), 1925 (%12.4), 1926 (%-8.5), 1927 (%2.2), 1928 (%-0.1), 1929 (%4.5), 1930 (%-25.4), 1931 (%19), 1932 (%-5.7), 1933 (%-15.9), 1934 (%0.5), 1935 (%11.1), 1936 (%5), 1937 (%5), 1938 (%-4.2)
Yukarıdaki rakamlar bitmiş tükenmiş bir imparatorluktan, Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde bir kurtuluş savaşından çıkmış, yokluk ve yoksunlukla boğuşan bir ülkenin o yıllardaki enflasyon rakamlarını göstermektedir.
Peki enflasyon nedir?
Enflasyon; fiyatlar genel düzeyinin süreklilik gösterir biçimde artması demektir.
Enflasyonla hayat pahalılığı aynı şey değildir. Enflasyon olan yerde ille de hayat pahalılığı olacak diye bir zorunluluk yoktur.
Hayat pahalılığı; bir ülkede enflasyon, gelir artışından daha hızlıysa orada hayat pahalılığı var demektir. Diyelim ki yıllık enflasyon oranı yüzde 80 iken o ülkede çalışanların ücret gelirleri yıllık olarak yüzde 50 artmışsa o ülkenin çalışanlarının satın alma güçleri 30 puan geri gitmiş demektir. İşte bu durum hayat pahalılığını gösterir. Bu ülkede eğer gelirler de yüzde 80 artmış olsaydı enflasyon olacak ama hayat pahalılığı olmayacaktı. Hayat pahalılığını ölçmenin en kestirme yolu ekonomide yıllık kişi başına gelirdeki (cari fiyatlarla GSYH / Ülke nüfusu) artışı yıllık enflasyonla karşılaştırmaktır.
Fiyat pahalılığı, enflasyon ve hayat pahalılığı kavramları genellikle birbirinin yerine kullanılsa da aslında farklı anlamlara gelirler. Enflasyon, fiyatlar genel düzeyinin sürekli olarak artması anlamına gelirken, fiyat pahalılığı, bir malın veya mal ve hizmet sepetinin bir defa artış göstermesi olarak tanımlanır. Hayat pahalılığı ise enflasyonun, gelir artışından daha hızlı olduğu durumlarda ortaya çıkar.
Fiyat pahalılığının insan hayatını etkilemesi çeşitli yönlerde olabilir:
Ülkemiz uzun yıllardır enflasyonla mücadele ediyor, elbette bu enflasyon iktidarların yanlış ekonomi ve tercih politikaları nedeniyle olsa da dünya genelinde yaşanan etkileri de göz ardı edemeyiz.
Bugüne göre o dönemlerin farkı, çalışanların gelirleri de olabildiğince enflasyon değerinde artış göstermesi sonucu alım gücünde fazla bir eksilme olmayışı ve öyle olunca da hayat pahalılığı bugün olduğu gibi katlanılmaz düzeye yükselmemesidir.
Çalışan ve emekliler o yıllarda ev ve araba alma hayali kurabiliyorlarken bugün kiralık bir evde oturabilmenin derdine düşmüş durumdalar, hatta kahvaltıya bir dilim peynir nasıl koyabilirim arayışı içindeler.
Fiyat pahalılığına karşı alınacak önlemler, enflasyonun kontrol altında tutulması ve gelir adaletinin sağlanmasıyla yakından ilişkilidir. Ekonomi politikaları ve yönetimleri, fiyat istikrarını ve ekonomik dengeyi sağlamak için fiyat pahalılığının olumsuz etkilerini azaltmayı amaçlar.
Amaçlar ama ne yazık ki halk yakın bir gelecekte bu amaca uygun bir umut ve çalışma görmemekte.
Hoşça kalın.
Akşam her zaman izlediğim haber tartışma programını izlemek için televizyonu açtım ama bir baktım; o program yerine RTÜK’ ün hazırlattığı belgesel yayınlanıyor. Alt şeritte akan yazıda da belgeselin neden yayınlandığına ait gerekçe akıyor.
Alttan yapılan açıklamaya göre; aynı programın önceki bölümlerinden birinde program yapımcılarıyla gazeteci konukları, “çok önemli” birileri hakkında yapılan haberlerle ilgili yorumlarda bulunmuşlar ve RTÜK te o “çok önemli” kişilerin kişilik haklarına saldırı yapıldı gerekçesiyle, para cezası ve program durdurma cezası vermiş.
Muhalif olarak adlandırılan birkaç gazete ve tv benzer cezaları yıllardır alıyorlar.
1980 öncesi TRT kurumunda sansür kurulu vardı, bu kurulun görevi tüm yayınları önceden, hangi şarkı, türkü, tiyatro eseri vb. şeylerin yayınlanacağını hatta kullanılacak sözleri bile denetler ona göre izin verir veya yasaklardı.
1980’de darbeyle birlikte bu sansür kurulu yerine askeri heyet işe el koydu, tv, radyo yanında gazeteler de keyfi bir sansüre uğratılmaya başlandı, askeri yönetimin işine gelmeyen her şey yasaklama konusu olmaya başladı.
O zamanlarda bu sansüre kızsak da yapacak bir şey yoktu, çünkü sonuçta askeri bir yönetim var ve demokrasi rafa kalkmıştı.
Aradan geçen yıllar sonrasında biz bu sansürün biteceğini, evrensel bir demokrasiye kavuşacağımızı beklerken, bir de bakmışız ki o askeri dönem sansürünün daha beterini yaşamaya başlamışız.
AKP iktidara geldikten sonra, yılların gazeteleri ve televizyonları birer birer iktidarın safında yer almaya başladı. Bugün artık medyanın büyük bir bölümü neredeyse aynı manşetle çıkıyor.
Medyanın %90’ını oluşturan bu gazete ve tv’lerde muhalefet ile ilgili her çeşit aslı astarı olmayan haberler yayınlanıyor, programlarda programcı ve konuklar ağızlarına gelen şeyleri söylüyor, dövmekten, kırmaktan hatta öldürmekten söz ediyorlar ama RTÜK bu kanallarla ilgili hiçbir şey yapmazken, hakkında yapılan haber nedeniyle incindiğini söyleyen bir kişi için, muhalif kanallara ceza veriliyor.
Kanalın birinde bir konuk çıkıp; “Bizim aile hazır, sitemizde en az 50 kişiyi götürürüz.” Diyor ama bu arada programcı da bu konuşmayı onaylar şekilde davranıyor ve bu görmezden geliniyor.
Yandaş kanallarda bu ve benzeri birçok program yapılırken, muhalif kanalda Ana Muhalefet Partisi genel başkanının grup konuşması canlı yayınladığı sıradaki konuşması nedeniyle RTÜK para ve yayın durdurma cezası verebiliyor.
RTÜK ülkede sayısı her geçen gün artan tv ve radyoların yayınlarını bir düzene sokmak için kurulmuş bir anayasal kuruluş olmasına karşın, bu iktidar zamanında neredeyse kendisini bir yargı kurumu yerine koyup, ceza keser bir kurum haline gelmiştir.
RTÜK tamamen özerk bir kurum olarak kurulduğu halde, artık özerk yapısını kaybetmiş, hatta başkanı televizyonların programları hakkında görüşlerini Twitter üzerinden yazarak tarafsızlığını hiçe sayabilmektedir.
Ben bu satırları yazarken TBMM’sinde yeni dezenformasyon yasası iktidar vekillerinin oylarıyla yasalaştı. Bu yasa ile artık yazarken çok ama çok dikkat etmemiz gerekecek.
Eğer başarabilirseniz hoşça kalın!